Tuesday 22 April 2014

Haydar AKDAĞ, "Vladimir Ilyich Lenin, 'Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı' (1905)"

Haydar AKDAĞ
Vladimir Ilyich Lenin, 'Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı' (1905) 

Dün, edebi metinler üzerinden devrimin benimsenmesi için baskı kuran siyasi liderlerin, edebiyatı bir kontrol aracı olarak kullanmasından, bugün; siyasal argümanlardan para birimi ortaklığına giden anlayışa tanıklık ediyoruz. Uygarlığımızı bir kere daha sosyo-ekonomik politikalarını sürdürmek için tanımlar yaratmayı sürdüren mekanizmaya dönüştürdüğümüzü söylemek çokta iddialı olmayacaktır. Fransız devrimi ve modernleşme sürecinde ortaya çıkan ulus devlet kavramı sözde hümanizmi ile devrimlerin itiş gücü olacaktır. Dünyayı etkileyen uluslaşma çabası, birçok toplumda iki yüzyıl boyunca sürecek olan devrimleri getirecektir. Uluslaşma sürecinde Türkiye’yi de ele aldığımızda; Harf devriminden, Eğitim birliği kanunundan, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumuna kadar bu gerçeğin pratiğini görüyoruz.
Devrim Tarihimize neredeyse paralel zamanda , Kuzey komşumuz Rusya’da Lenin’in  “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” metninde ifade ettiği Edebiyatı kurumsallaştırmayı ve bir sanat olarak edebiyatın iktidara hizmetini aşağıdaki inceleme ile görmüş olacağız.

Edebiyattan bahsederken, sosyalizm fikrinin ve onun ideolojisinin yazındaki temsilcilerinden Gorki’ye bakmak gerekir. Gorki, yalnızca bir devrim koşullarında yaşamış yazar değildir. Bunun yanı sıra siyasetin tırmandığı bir dönemde aktif   rol alarak, sözlerini ve Lenin’in idealini ifade eder. Bunu en güzel ifade edebileceğimiz paragraflardan birine bakalım;
Gorki, Sovyet Yazarlar Birliği’nin Birinci Kongresi’nde konuşurken baş kahramanın ahlaksal inancını herkesin önünde tekrarladı; bu inancı, kendi inancı olarak benimsediğini belirti ve ekledi : <<Biz, yok olma yolundaki bir dünyanın  yargıçları olarak hareket ediyoruz; devrimci proletaryanın gerçek hümanizmini, tarihini, dünyanın her yanındaki emekçi halkı, kıskançlıktan, açgözlülükten, yüzyıllar boyunca emekçileri ezip durmuş belaların tümünden kurtarmakla görevlendirdiği gücün hümanizmini savunuyoruz>>    (SSCB Sanat Tarihi Enstitüsü, Sosyalizm ve Kültür 54.sayfa)

Lenin, Ekim devriminden sonraki süreci: “Sosyal-Demokrat çalışma koşullarında parti edebiyatı konusunu öne çıkmış, yasadışı ve yasal basın arasındaki ayrımı, gündemden bir feodal çağın mirası olarak kayboluyor.” (Sanat  ve Kuram 163.sayfa) şeklinde ifade etmiştir.  Ancak öte taraftan yasal basın olarak gördüğü yayınların siyasi partilerin yasak olduğu bir dönemde “Partisiz Basın” tanımını yaparken,  bir adım daha ileri giderek, destek eğilimlerinin doğal olmayan ittifaklara bağlayarak  “Yatak arkadaşlıkları” söylemi ile yasal basının samimiyetsizliğini kanıtlamaya çalışıyordu.
Aristotales’ten bir hikaye ile ifade edeceğimiz boğucu Ezop dili ve onun edebiyatının boyunduruğundan kurtulmak, Ekim devrimiyle birlikte proletaryanın ana hedefi olacaktır.
Aristotales, Ezop'un yolsuzluktan yargılanan bir siyasetçiyi tilki ile kirpinin öyküsünü anlatarak nasıl savunduğunu şöyle anlatmıştır: Ezop mahkemede "bir tilkinin, başı pirelerle derde girmiş, bir kirpi de onu pirelerden kurtarsın mı diye sormuş, tilki, 'hayır, bu pireler doydu, artık fazla kan emmiyorlar. Onları kovalarsan, yerlerine yeni, aç pireler gelir' demiş", dedikten sonra, jüriye dönerek, sözlerini şöyle bitirmiş: "Dolayısıyla saygıdeğer jüri üyeleri, müvekkilimi cezalandırırsanız onun yerine onun kadar zengin olmayan birileri gelir ve sizi daha da beter soyar." (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ezop 14 Nisan 2014 erişim)

Lenin, toplumda yukarıda ifade edilen direnişten uzak ve kanıksamayı öneren dile karşı edebiyatı önemli bir araç olarak düşünmektedir. Yasal olmayan basın, tamamen parti basını iken, yayım ve dağıtımı proleter örgüt tarafından gerçekleşiyorken, öte yandan  Lenin’in ifade ettiği gibi <<Burjuva geleneklerine, kar yapmaya, ticari burjuva basınına, burjuva edebi kariyerciliğine ve bireyciliğe, ”aristokratik anarşizme” ve kar dürtüsüne karşı, toplumcu proletarya parti edebiyatı ilkesini öne sürmeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve onu olabildiğince tam ve bütün olarak uygulamaya sokmalı>>  sözlerindeki hedefi de iyi okumalıyız. Burada, Lenin’in tamda ifade ettiği şey açıkça <<Politik Bilinç kazanmış işçi sınıfı edebiyatıdır>>
Kolektif denetimin egemenliğinde partiye bağlı okuma alanlarının olduğu bir sisteme tepkilerinde geleceğini bilen Lenin yüksek sesle yazdığı metinde düşünerek şöyle diyor: <<Bu tür feryatlar, aslında, burjuva-entelektüel bireyciliğinin bir ifadesinden başka bir şey olmayacak. Mekanik düzenleme yada yönlendirmeye, azınlık üzerinde çoğunluğun yönetimine en az edebiyatın tabi olacağına tartışmaya gerek yok>>  (Sanat ve Kuram sayfa 164 ).  Sanatın kendi özerk alanını, düşünce yapısındaki özgünlüğünün farkında ancak ısrarla parti denetiminde  edebiyat önermesi tartışılması gereken bir gerçektir.

Devrimlerin incelenmesinde iki başlıkla bakmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, mevcut sistemden kurtulma yolu olan “Kurtuluş”. İkinci önemli konu ise kurtuluş sonrasında sosyo-kültürel düzenin planlanmasındaki  “Kuruluş” ilkesi.  Yazımızın başında Gorki’den bir alıntı yapmıştık. Gorki, devrim inancını ve çabasını ifade ederken neredeyse görevi tanrıdan almış niteliğinde bir dille önce <<yargıç>> olduğunu söylemiş ve arkasından  <<..belaların tümünden kurtarmakla görevlendirdiği gücün hümanizmini savunuyoruz..>> diyerek kurtuluşa ve kuruluşa ait fikirlerini söylemiştir. Bu kısa paragrafa baktığımızda ve Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” incelediğimizde de görüyoruz ki, Kuruluş üzerine yöntemlerde kolektif denetim ve baskı rejimi ilkeleri sürmektedir.
Sanat, özerk alanını nasıl koruyacaktır(!/?) Sanatın, iktisadi ve fikri olarak bağımsızlık ihtiyacını karşılamak için sürekli siyasal erkle çarpışmak zorunda mıdır(!/?) Bir tür bacasız sanayi olan kültürün, siyasi erkler tarafından tasarlanması ihtiyacının arkasındaki güç, birleşmeyi yada ayrışmayı getirecek temel gizemi nedir(!/?) Kültürün, sanatın siyasal erkler tarafından tasarlanması ,sanatın özerkliğini sürdürmesi midir yoksa oportünist süreç olarak bir son mu hazırlamaktadır(!/?) Ütopyası olan sınıf üstü bir toplumu inşa ederken, kuruluş sürecindeki tekleştirme çabası bir faşizm değil midir(!/?)

SSCB XX. Yüzyılın  başında dünya proletaryası için önemli bir güç ve örnek olmuştur. Bunu Max BEER’in  ifadesiyle:  << Rusya’nın 1918 başında gözler önüne serdiği korkunç kargaşadan, Lenin, Trotsky ve arkadaşları, Kuhlman’ların, Hoffmann’ların ve Czernin’lerin, cehennemin dibine batmak üzere nerdeyse yok olduğunu sandıkları Sovyetler Cumhuriyetini yarattılar. Bu  Cumhuriyeti , İtilaf Devletleri tarafından hazırlanan ve teşvik edilen bütün ayaklanmaları; Çekoslovaklarınkini, Kornilov, Youdenitch, Koltschak, Denikine, Polonya, Wrangel v.b. ayaklanma ve silahlı müdahaleleri birbiri ardından ezdi. Sovyetler Rusya’sı proletarya için sağlam bir kale ve bir kızıl ordu yarattı, öncü olarak, Orta ve Batı Avrupa’da ihtilalci hareketin hizmetinde yer aldı. Avrupa’da ve Asya’da, bütün politik ve ekonomik gücü proletaryaya veren bir Anayasa hazırladı. Toprağı köylüler arasında pay etti  ve büyük endüstrinin  kamulaştırılmasına girişti. Kısaca sosyalizmi gerçekleştirmek yoluna koyuldu. Ne yazık ki uluslararası proletaryanın pasif durumu karşısında, devlet sosyalizmi metodlarına ve yabancı sermayenin yardımına baş vurmak zorunda kaldı.>>             ( Max BEER Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi 567.-568. Sayfa)

Yukarıda Max BEER’den alıntıda bütün kuruluş mücadelesin arkasında ki kurtuluş sürecini özetlemek isterken, hemen arkasında sermayenin eksikliğinin ve küresel makro ekonimi düzeninde, mikro değerde ekonomik eşitlik yaratma fikrinde istenilene ulaşılamamıştır.
Elbette incelememizi yaparken 2014 için bir şey söylemek gerekiyor. Parti edebiyatını red ettiğim açıkça ortadır. Fakat bunu belirginleştirmek için Troçki’nin 1938’de Partisan Review’da yayınlanan, “Bağımsız ve Devrimci Bir Sanat için” menifestosundan birkaç satıra yer vermek istiyorum.
Gerçek sanat, daha önce yaratılmış hazır modeller üzerine yeni çeşitlemeler üretmez; aksine, günümüz insan ve insanlığının içsel ihtiyaçlarının dışa vurulması yönünde çaba harcar. Bunu, devrimci bir yaklaşıma sahip olmaksızın gerçekleştirmek mümkün değildir…. Toplumu, entelektüel yaratımı engelleyen zincirlerden kurtarmak; bütün insanlığın daha  ileri bir aşamaya ulaşmasını sağlamak sanatın görevidir….sadece toplumsal bir devrim yeni bir kültürün yolunu açabilir. Bu arada, evet, Sovyetler Birliği’ndeki yönetici sınıfla da bütün dayanışma bağlarımızı kesmiş bulunuyoruz. Bu konuda hiçbir şüphe duyulmasın, zira o bizim gözümüzde komünizmi değil, onun en tehlikeli ve en kalleş düşmanını temsil ediyor. ( Sanat Manifestoları, Avangard Sanat ve Direniş İletişim Yayınları Ali Artun 233.sayfa)

Belki zaman açısından Stalin Moskova’sına  yazılmış diyebiliriz. Parti edebiyatından, siyasal erk denetimindeki sanata, bireyden oluşan bir ulusa, vs.vs nereden bakarsak bakalım, tekleştirmeye paralel önermelerin yasal zeminde baskı aracı olarak kullanılması, ekonomik çıkarları neticesinde bireyin irade inisiyatifini siyasal erke teslim ettiği yerde özgürlük sloganı atılamayacağı gibi,  özerkliğinin ortadan kalmasını sağlarken ortaya büyük bir yabancılaşma sorunu çıkartıyor. Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” metnini inceleyerek günümüz için bir fotoğraf yaratmak zorundayız.

Sanatı tanımlamak için kendi zaman dilimine, ekonomik ve sosyal düzenine bakmak gerekmektedir. Bu nedenle sanatın zamanın ruhuna göre yeniden tanımlandığını düşünmekteyim. Sanat, bugün siyasal iktidarlara muhalif bir zekayı mevcut imkanlarda göstermektedir. Bunu kendi siyasal güncemizde  Gezi ile başlayan eleştiri zekasında görmemiz mümkündür. Belki bugün mizah, sanat için yeni olmasa da daha güçlü bir medyadır. Daha bilinen örneklerden Banksy’nin  işlerinde, dünyanın bir çok konusuna sokakta seçmiş olduğu bir duvara güçlü cevap verirken, popüler bir imgeye dönüşerek adeta  fikir ve tepkileri meşruluğunu kanıtladığını söylemek mümkün.

Bugün parti edebiyatının geldiği nokta, bir kısım köşe yazarları nezdinde yada görsel basında siyasal erki iltifatlara boğar hale gelmiştir. İktidarlar kendini güçlü hissettikçe, söz tıpkı ferman gibi emir sayılmıştır. Gezi olaylarında şiddetin artmasını tetikleyen ötekileştirme söylemi ile  Lenin’in parti içi örgüt yapısında “farklı düşünen olabilir ama partiden ihraç etme yetkisini partilidedir” demesi arasında bir fark görmüyorum. Toplum başlı başına bir kurumdur artık. Ortak paydaşların bu kadar yüksek olduğu XXl.y.y döneminde tüm söylemlerinde sözde siyasal iradenin güçlü duruşu adına verilen her ifade, düşünce  biçimi olarak sözden metine dönüştüğünde kendi şiddetini kayıt altına alıyor.
Bu şiddetin, iktidarın söylemlerinin yazılı emir algısına dönüştüğü, yerel idareciler için bu tür söylemlerin otokontrole dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da “Milli İradeye Saygı” mitingini tertip eden partililerine hitap ederken şöyle demişti. “"İstanbul mitingimiz var. Bakın çok açık net söylüyorum Taksim Meydanı boşaldı boşaldı, boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir.” (Gezi Parkını Terk Edin Çağrısı http://www.aa.com.tr/tr/rss/193490--bu-manzarada-yakip-yikmak-yok 14 Nisan 2014 Erişim) 
Haberi yapan Anadolu Ajansı, yukarıdaki  Erdoğan’ın sözlerini “Gezi Parkını Terk Edin Çağrısı” olarak ifade ederken, haberi yazarken iktidar medyası olduğunu şu girişle anlıyoruz “Başbakan Erdoğan, iyi niyetle Gezi Parkı'nda olanlara burayı terk etme çağrısında bulunarak”diyor… Burada “iyi niyetle” söylemi, istediği kadar şirin olsun, sonrasında “..boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir” sözleri unutulmayacak sözler arasındadır. Üstelik Gezi parkına polisten sert müdahalesinin  “Milli İradeye Saygı” mitinginden hemen sonra aynı akşam gelmesi bir tesadüf müdür?
Ankara’da toplanan yurttaşlar fikrini Anayasal bir hak olarak nasıl gerçekleştiriyorsa, Türkiye’nin diğer meydanlarında iktidar ve yanlıları gibi düşünmeyen yurttaşlarında aynı haklara sahip olduğu evrensel bir gerçektir.

Çağımızda İnternet ve onun sosyal medyası, sağlamış olduğu özgürlük alanı ile yine iktidarın hedefidir. Burada birey kendi gücünü sözle, görselle ifade etme imkanı yakalamıştır. İktidar ile simetrik mücadele yolları her seferinde tıkanmıştır. Birçok yayın kurumu Gezi Parkı’nda yurttaşlara yapılan polis müdahalesini canlı yayınladığı için ceza almıştır. Parti edebiyatını yerini parti medyasının doldurduğu günümüzde sosyal medya bağımsız bir güç olarak vardı ve bu varlığı iktidar için tehditti. İktidar bu gücü bastırmak, kendisi gibi düşünmeyen insanların fikirlerinin kitlelere hızla yayılmasını engellemek hedefleri arasındaydı. Bu yasakları getirdi, Twitter ve Youtube gibi sosyal medyada etkili sitelere erişim engellenmeye çalışıldı. Erdoğan’ın şu sözleri de yine bu yasakların habercileri arasındaydı “Twitter denilen bir bela var, yalanın, abartının daniskası burada. Sosyal medya denilen şey, bana göre toplumlun baş belası.”

Sonuç olarak bir toplum mühendisliği erki olan siyasal irade, tüm imkanları kullanarak kendi anlayışını temel değer haline getirmek için başvurduğu politikalar toplamı, uygulama biçimlerine göre faşizme kayabilir. Faşizm, toplumu tek tipleştirme (ırk-din-dil vs.) çabasının kurumsallaşma, yasal zeminde yasakları getirme, sosyo-ekonomik modelle toplumu biçimlendirme çabasıdır bana göre. Parti edebiyatından parti medyasına geldiğimiz günümüzde, kendi coğrafyamızda geleceğe giderken sessiz kalamayız. Evrensel değerler insana, doğaya, hayvanlara ve yaşama duyulan saygıyı her geçen gün zenginleştirirken; üzerimizdeki siyasal iradenin sancılı toplum projesi hayal ettiği gibi olmayacaktır. Tarih göstermiştir ki herkes gitmiş, kalan yeni çağın gerçeği olmuştur. Zaman kendi ruhunu her geçen gün iyileştiriyor, bilim ve sanatla zenginleştiriyor. Bugün dünyada savaşlar olmaya devam ediyor ne yazık ki, ancak kalemlerimiz sadece bu ağır kan kokusunu yazmıyor, ona karışan petrol ve enerji kokusunu da alıyor. Bugün herkes öyle yada böyle yazılı veya görsel uyaranlarla fark etme imkanına sahiptir. İktidar manipülasyonlarına maruz kalan tüm toplumlar özelinde dogmatik kamplaşmaları din-dil-ırk ekseninde yaşayan fakat en önemlisi olan insan olduğunu unutan coğrafyalarda gözlenebilir.  Din-dil-ırk ekseninde kutuplaşma ideolojileri dışında, emek ekseninde bir araya gelmekte mümkün. Bunun dışında pozitif bilimlerin bilgi üretimi imkanların da, yeni dünya düzeninde bireyi teknolojinin, sanatın ve adaletin imkanlarında özgür bırakabileceğimiz yapılarda mümkün. Gelecek yüzyılların en büyük sloganı olacağına inandığım “Salt insan, insanca bir düzen” ve bunun doğaya-yaşama duyduğu saygıyla mümkün olduğunu öneren ve kanıtlayan Gezi Ruhu tarih için önemli kıvılcımdır.  


No comments:

Post a Comment