Haydar AKDAĞ
Vladimir Ilyich Lenin, 'Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı' (1905)
Dün, edebi metinler
üzerinden devrimin benimsenmesi için baskı kuran siyasi liderlerin, edebiyatı
bir kontrol aracı olarak kullanmasından, bugün; siyasal argümanlardan para
birimi ortaklığına giden anlayışa tanıklık ediyoruz. Uygarlığımızı bir kere
daha sosyo-ekonomik politikalarını sürdürmek için tanımlar yaratmayı sürdüren
mekanizmaya dönüştürdüğümüzü söylemek çokta iddialı olmayacaktır. Fransız devrimi ve modernleşme sürecinde
ortaya çıkan ulus devlet kavramı sözde hümanizmi ile devrimlerin itiş gücü
olacaktır. Dünyayı etkileyen uluslaşma çabası, birçok toplumda iki yüzyıl
boyunca sürecek olan devrimleri getirecektir. Uluslaşma sürecinde Türkiye’yi de
ele aldığımızda; Harf devriminden, Eğitim birliği kanunundan, Türk Tarih Kurumu
ve Türk Dil Kurumuna kadar bu gerçeğin pratiğini görüyoruz.
Devrim Tarihimize
neredeyse paralel zamanda , Kuzey komşumuz Rusya’da Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” metninde
ifade ettiği Edebiyatı kurumsallaştırmayı ve bir sanat olarak edebiyatın
iktidara hizmetini aşağıdaki inceleme ile görmüş olacağız.
Edebiyattan
bahsederken, sosyalizm fikrinin ve onun ideolojisinin yazındaki
temsilcilerinden Gorki’ye bakmak gerekir. Gorki, yalnızca bir devrim koşullarında
yaşamış yazar değildir. Bunun yanı sıra siyasetin tırmandığı bir dönemde
aktif rol alarak, sözlerini ve Lenin’in
idealini ifade eder. Bunu en güzel ifade edebileceğimiz paragraflardan birine
bakalım;
Gorki,
Sovyet Yazarlar Birliği’nin Birinci Kongresi’nde konuşurken baş kahramanın
ahlaksal inancını herkesin önünde tekrarladı; bu inancı, kendi inancı olarak
benimsediğini belirti ve ekledi : <<Biz, yok olma yolundaki bir
dünyanın yargıçları olarak hareket
ediyoruz; devrimci proletaryanın gerçek hümanizmini, tarihini, dünyanın her
yanındaki emekçi halkı, kıskançlıktan, açgözlülükten, yüzyıllar boyunca
emekçileri ezip durmuş belaların tümünden kurtarmakla görevlendirdiği gücün
hümanizmini savunuyoruz>> (SSCB Sanat Tarihi Enstitüsü, Sosyalizm ve
Kültür 54.sayfa)
Lenin, Ekim devriminden
sonraki süreci: “Sosyal-Demokrat çalışma
koşullarında parti edebiyatı konusunu öne çıkmış, yasadışı ve yasal basın
arasındaki ayrımı, gündemden bir feodal çağın mirası olarak kayboluyor.” (Sanat ve Kuram 163.sayfa) şeklinde ifade etmiştir. Ancak öte taraftan yasal basın olarak gördüğü
yayınların siyasi partilerin yasak olduğu bir dönemde “Partisiz Basın” tanımını
yaparken, bir adım daha ileri giderek,
destek eğilimlerinin doğal olmayan ittifaklara bağlayarak “Yatak arkadaşlıkları” söylemi ile yasal
basının samimiyetsizliğini kanıtlamaya çalışıyordu.
Aristotales’ten bir
hikaye ile ifade edeceğimiz boğucu Ezop dili ve onun edebiyatının
boyunduruğundan kurtulmak, Ekim devrimiyle birlikte proletaryanın ana hedefi
olacaktır.
Aristotales,
Ezop'un yolsuzluktan yargılanan bir siyasetçiyi tilki ile kirpinin öyküsünü anlatarak nasıl
savunduğunu şöyle anlatmıştır: Ezop mahkemede "bir tilkinin, başı pirelerle derde girmiş, bir kirpi de onu
pirelerden kurtarsın mı diye sormuş, tilki, 'hayır, bu pireler doydu, artık
fazla kan
emmiyorlar. Onları kovalarsan, yerlerine yeni, aç pireler gelir' demiş",
dedikten sonra, jüriye dönerek, sözlerini şöyle bitirmiş:
"Dolayısıyla saygıdeğer jüri üyeleri, müvekkilimi cezalandırırsanız onun yerine onun
kadar zengin olmayan birileri gelir ve sizi daha da beter soyar." (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ezop 14 Nisan 2014 erişim)
Lenin, toplumda
yukarıda ifade edilen direnişten uzak ve kanıksamayı öneren dile karşı
edebiyatı önemli bir araç olarak düşünmektedir. Yasal olmayan basın, tamamen
parti basını iken, yayım ve dağıtımı proleter örgüt tarafından gerçekleşiyorken,
öte yandan Lenin’in ifade ettiği gibi <<Burjuva geleneklerine, kar yapmaya,
ticari burjuva basınına, burjuva edebi kariyerciliğine ve bireyciliğe,
”aristokratik anarşizme” ve kar dürtüsüne karşı, toplumcu proletarya parti
edebiyatı ilkesini öne sürmeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve onu olabildiğince tam
ve bütün olarak uygulamaya sokmalı>> sözlerindeki hedefi de iyi okumalıyız. Burada,
Lenin’in tamda ifade ettiği şey açıkça <<Politik Bilinç kazanmış işçi
sınıfı edebiyatıdır>>
Kolektif denetimin
egemenliğinde partiye bağlı okuma alanlarının olduğu bir sisteme tepkilerinde
geleceğini bilen Lenin yüksek sesle yazdığı metinde düşünerek şöyle diyor:
<<Bu tür feryatlar, aslında,
burjuva-entelektüel bireyciliğinin bir ifadesinden başka bir şey olmayacak.
Mekanik düzenleme yada yönlendirmeye, azınlık üzerinde çoğunluğun yönetimine en
az edebiyatın tabi olacağına tartışmaya gerek yok>> (Sanat ve Kuram sayfa 164 ). Sanatın kendi özerk alanını, düşünce
yapısındaki özgünlüğünün farkında ancak ısrarla parti denetiminde edebiyat önermesi tartışılması gereken bir
gerçektir.
Devrimlerin
incelenmesinde iki başlıkla bakmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, mevcut
sistemden kurtulma yolu olan “Kurtuluş”. İkinci önemli konu ise kurtuluş
sonrasında sosyo-kültürel düzenin planlanmasındaki “Kuruluş” ilkesi. Yazımızın başında Gorki’den bir alıntı
yapmıştık. Gorki, devrim inancını ve çabasını ifade ederken neredeyse görevi
tanrıdan almış niteliğinde bir dille önce <<yargıç>> olduğunu
söylemiş ve arkasından <<..belaların tümünden kurtarmakla
görevlendirdiği gücün hümanizmini savunuyoruz..>> diyerek kurtuluşa
ve kuruluşa ait fikirlerini söylemiştir. Bu kısa paragrafa baktığımızda ve
Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” incelediğimizde de görüyoruz ki,
Kuruluş üzerine yöntemlerde kolektif denetim ve baskı rejimi ilkeleri
sürmektedir.
Sanat, özerk alanını
nasıl koruyacaktır(!/?) Sanatın, iktisadi ve fikri olarak bağımsızlık
ihtiyacını karşılamak için sürekli siyasal erkle çarpışmak zorunda mıdır(!/?)
Bir tür bacasız sanayi olan kültürün, siyasi erkler tarafından tasarlanması
ihtiyacının arkasındaki güç, birleşmeyi yada ayrışmayı getirecek temel gizemi nedir(!/?)
Kültürün, sanatın siyasal erkler tarafından tasarlanması ,sanatın özerkliğini
sürdürmesi midir yoksa oportünist süreç olarak bir son mu hazırlamaktadır(!/?) Ütopyası
olan sınıf üstü bir toplumu inşa ederken, kuruluş sürecindeki tekleştirme
çabası bir faşizm değil midir(!/?)
SSCB XX. Yüzyılın başında dünya proletaryası için önemli bir
güç ve örnek olmuştur. Bunu Max BEER’in
ifadesiyle: << Rusya’nın
1918 başında gözler önüne serdiği korkunç kargaşadan, Lenin, Trotsky ve
arkadaşları, Kuhlman’ların, Hoffmann’ların ve Czernin’lerin, cehennemin dibine
batmak üzere nerdeyse yok olduğunu sandıkları Sovyetler Cumhuriyetini
yarattılar. Bu Cumhuriyeti , İtilaf
Devletleri tarafından hazırlanan ve teşvik edilen bütün ayaklanmaları;
Çekoslovaklarınkini, Kornilov, Youdenitch, Koltschak, Denikine, Polonya,
Wrangel v.b. ayaklanma ve silahlı müdahaleleri birbiri ardından ezdi. Sovyetler
Rusya’sı proletarya için sağlam bir kale ve bir kızıl ordu yarattı, öncü
olarak, Orta ve Batı Avrupa’da ihtilalci hareketin hizmetinde yer aldı.
Avrupa’da ve Asya’da, bütün politik ve ekonomik gücü proletaryaya veren bir
Anayasa hazırladı. Toprağı köylüler arasında pay etti ve büyük endüstrinin kamulaştırılmasına girişti. Kısaca sosyalizmi
gerçekleştirmek yoluna koyuldu. Ne yazık ki uluslararası proletaryanın pasif
durumu karşısında, devlet sosyalizmi metodlarına ve yabancı sermayenin
yardımına baş vurmak zorunda kaldı.>> ( Max BEER Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin
Tarihi 567.-568. Sayfa)
Yukarıda Max BEER’den
alıntıda bütün kuruluş mücadelesin arkasında ki kurtuluş sürecini özetlemek
isterken, hemen arkasında sermayenin eksikliğinin ve küresel makro ekonimi
düzeninde, mikro değerde ekonomik eşitlik yaratma fikrinde istenilene
ulaşılamamıştır.
Elbette incelememizi
yaparken 2014 için bir şey söylemek gerekiyor. Parti edebiyatını red ettiğim
açıkça ortadır. Fakat bunu belirginleştirmek için Troçki’nin 1938’de Partisan
Review’da yayınlanan, “Bağımsız ve Devrimci Bir Sanat için” menifestosundan
birkaç satıra yer vermek istiyorum.
Gerçek sanat, daha
önce yaratılmış hazır modeller üzerine yeni çeşitlemeler üretmez; aksine,
günümüz insan ve insanlığının içsel ihtiyaçlarının dışa vurulması yönünde çaba
harcar. Bunu, devrimci bir yaklaşıma sahip olmaksızın gerçekleştirmek mümkün
değildir…. Toplumu, entelektüel yaratımı engelleyen zincirlerden kurtarmak;
bütün insanlığın daha ileri bir aşamaya
ulaşmasını sağlamak sanatın görevidir….sadece toplumsal bir devrim yeni bir
kültürün yolunu açabilir. Bu arada, evet, Sovyetler Birliği’ndeki yönetici
sınıfla da bütün dayanışma bağlarımızı kesmiş bulunuyoruz. Bu konuda hiçbir
şüphe duyulmasın, zira o bizim gözümüzde komünizmi değil, onun en tehlikeli ve
en kalleş düşmanını temsil ediyor. (
Sanat Manifestoları, Avangard Sanat ve Direniş İletişim Yayınları Ali Artun 233.sayfa)
Belki zaman açısından
Stalin Moskova’sına yazılmış
diyebiliriz. Parti edebiyatından, siyasal erk denetimindeki sanata, bireyden
oluşan bir ulusa, vs.vs nereden bakarsak bakalım, tekleştirmeye paralel
önermelerin yasal zeminde baskı aracı olarak kullanılması, ekonomik çıkarları
neticesinde bireyin irade inisiyatifini siyasal erke teslim ettiği yerde
özgürlük sloganı atılamayacağı gibi, özerkliğinin ortadan kalmasını sağlarken
ortaya büyük bir yabancılaşma sorunu çıkartıyor. Lenin’in “Parti Örgütü ve
Parti Edebiyatı” metnini inceleyerek günümüz için bir fotoğraf yaratmak
zorundayız.
Sanatı tanımlamak için
kendi zaman dilimine, ekonomik ve sosyal düzenine bakmak gerekmektedir. Bu
nedenle sanatın zamanın ruhuna göre yeniden tanımlandığını düşünmekteyim.
Sanat, bugün siyasal iktidarlara muhalif bir zekayı mevcut imkanlarda
göstermektedir. Bunu kendi siyasal güncemizde
Gezi ile başlayan eleştiri zekasında görmemiz mümkündür. Belki bugün
mizah, sanat için yeni olmasa da daha güçlü bir medyadır. Daha bilinen
örneklerden Banksy’nin işlerinde,
dünyanın bir çok konusuna sokakta seçmiş olduğu bir duvara güçlü cevap
verirken, popüler bir imgeye dönüşerek adeta
fikir ve tepkileri meşruluğunu kanıtladığını söylemek mümkün.
Bugün parti edebiyatının
geldiği nokta, bir kısım köşe yazarları nezdinde yada görsel basında siyasal
erki iltifatlara boğar hale gelmiştir. İktidarlar kendini güçlü hissettikçe,
söz tıpkı ferman gibi emir sayılmıştır. Gezi olaylarında şiddetin artmasını
tetikleyen ötekileştirme söylemi ile Lenin’in parti içi örgüt yapısında “farklı
düşünen olabilir ama partiden ihraç etme yetkisini partilidedir” demesi
arasında bir fark görmüyorum. Toplum başlı başına bir kurumdur artık. Ortak
paydaşların bu kadar yüksek olduğu XXl.y.y döneminde tüm söylemlerinde sözde
siyasal iradenin güçlü duruşu adına verilen her ifade, düşünce biçimi olarak sözden metine dönüştüğünde
kendi şiddetini kayıt altına alıyor.
Bu şiddetin, iktidarın
söylemlerinin yazılı emir algısına dönüştüğü, yerel idareciler için bu tür
söylemlerin otokontrole dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Örneğin, Recep Tayyip
Erdoğan’ın Ankara’da “Milli İradeye Saygı” mitingini tertip eden partililerine
hitap ederken şöyle demişti. “"İstanbul
mitingimiz var. Bakın çok açık net söylüyorum Taksim Meydanı boşaldı boşaldı,
boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir.”
(Gezi Parkını Terk Edin Çağrısı http://www.aa.com.tr/tr/rss/193490--bu-manzarada-yakip-yikmak-yok
14 Nisan 2014 Erişim)
Haberi yapan
Anadolu Ajansı, yukarıdaki Erdoğan’ın
sözlerini “Gezi Parkını Terk Edin Çağrısı” olarak ifade ederken, haberi
yazarken iktidar medyası olduğunu şu girişle anlıyoruz “Başbakan Erdoğan, iyi niyetle Gezi Parkı'nda olanlara burayı terk etme
çağrısında bulunarak”diyor… Burada “iyi niyetle” söylemi, istediği kadar
şirin olsun, sonrasında “..boşalmadığı
takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir” sözleri
unutulmayacak sözler arasındadır. Üstelik Gezi parkına polisten sert müdahalesinin “Milli İradeye Saygı” mitinginden hemen sonra
aynı akşam gelmesi bir tesadüf müdür?
Ankara’da toplanan
yurttaşlar fikrini Anayasal bir hak olarak nasıl gerçekleştiriyorsa,
Türkiye’nin diğer meydanlarında iktidar ve yanlıları gibi düşünmeyen
yurttaşlarında aynı haklara sahip olduğu evrensel bir gerçektir.
Çağımızda İnternet ve
onun sosyal medyası, sağlamış olduğu özgürlük alanı ile yine iktidarın
hedefidir. Burada birey kendi gücünü sözle, görselle ifade etme imkanı
yakalamıştır. İktidar ile simetrik mücadele yolları her seferinde tıkanmıştır.
Birçok yayın kurumu Gezi Parkı’nda yurttaşlara yapılan polis müdahalesini canlı
yayınladığı için ceza almıştır. Parti edebiyatını yerini parti medyasının
doldurduğu günümüzde sosyal medya bağımsız bir güç olarak vardı ve bu varlığı
iktidar için tehditti. İktidar bu gücü bastırmak, kendisi gibi düşünmeyen
insanların fikirlerinin kitlelere hızla yayılmasını engellemek hedefleri
arasındaydı. Bu yasakları getirdi, Twitter ve Youtube gibi sosyal medyada
etkili sitelere erişim engellenmeye çalışıldı. Erdoğan’ın şu sözleri de yine bu
yasakların habercileri arasındaydı “Twitter
denilen bir bela var, yalanın, abartının daniskası burada. Sosyal medya denilen
şey, bana göre toplumlun baş belası.”
Sonuç olarak bir toplum
mühendisliği erki olan siyasal irade, tüm imkanları kullanarak kendi anlayışını
temel değer haline getirmek için başvurduğu politikalar toplamı, uygulama
biçimlerine göre faşizme kayabilir. Faşizm, toplumu tek tipleştirme (ırk-din-dil
vs.) çabasının kurumsallaşma, yasal zeminde yasakları getirme, sosyo-ekonomik
modelle toplumu biçimlendirme çabasıdır bana göre. Parti edebiyatından parti
medyasına geldiğimiz günümüzde, kendi coğrafyamızda geleceğe giderken sessiz
kalamayız. Evrensel değerler insana, doğaya, hayvanlara ve yaşama duyulan
saygıyı her geçen gün zenginleştirirken; üzerimizdeki siyasal iradenin sancılı
toplum projesi hayal ettiği gibi olmayacaktır. Tarih göstermiştir ki herkes
gitmiş, kalan yeni çağın gerçeği olmuştur. Zaman kendi ruhunu her geçen gün
iyileştiriyor, bilim ve sanatla zenginleştiriyor. Bugün dünyada savaşlar olmaya
devam ediyor ne yazık ki, ancak kalemlerimiz sadece bu ağır kan kokusunu
yazmıyor, ona karışan petrol ve enerji kokusunu da alıyor. Bugün herkes öyle
yada böyle yazılı veya görsel uyaranlarla fark etme imkanına sahiptir. İktidar
manipülasyonlarına maruz kalan tüm toplumlar özelinde dogmatik kamplaşmaları
din-dil-ırk ekseninde yaşayan fakat en önemlisi olan insan olduğunu unutan
coğrafyalarda gözlenebilir. Din-dil-ırk
ekseninde kutuplaşma ideolojileri dışında, emek ekseninde bir araya gelmekte
mümkün. Bunun dışında pozitif bilimlerin bilgi üretimi imkanların da, yeni
dünya düzeninde bireyi teknolojinin, sanatın ve adaletin imkanlarında özgür
bırakabileceğimiz yapılarda mümkün. Gelecek yüzyılların en büyük sloganı
olacağına inandığım “Salt insan, insanca bir düzen” ve bunun doğaya-yaşama
duyduğu saygıyla mümkün olduğunu öneren ve kanıtlayan Gezi Ruhu tarih için
önemli kıvılcımdır.
No comments:
Post a Comment