Sunday 27 April 2014

Pınar, Ceylan, “Clement Greenberg ‘Avangard ve Kitsch’ (1939)"

                                                

AVANGARD VE KİTSCH
    Bir toplumda sanat hem kitsch hemde avangard olabılır. Aynı düzen ve aynı kültürün parçalarına sahip bir toplumda Braque tablosu ve Saturday Evening Post kapağı gibi birbirinden farklı şeyler aynı anda ortaya çıkabilir. Batı burjuva toplumunda ortaya çıkan Avangard kültür ile tarihe dair üstün toplum eleştirisinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.1850-60'ların entelektüel bilincinin bir parçası haline gelen avangard bakış açısı sanatçılar tarafından bilinçsizce de olsa özümsenmişti. Sanatta avangardın işlevi"deney yapmak" değil ideolojik karışıklık ve şiddetin ortasında kalmışken, kültürün ilerlemesini mümkün kılacak bir yol bulmak olduğu görüldü. Halktan uzaklaşan avangard sanatçı, sanatını sınırlayarak göreceli durumların çözümlendiği ya da konu dışı kaldığı bir mutlak durumun ifadesine ulaşmaya çalışarak, onun yüce konumunu korumak için çabaladı. "Sanat sanat içindir" ve "yalın şiir" ortaya çıktı. Böylece konu veya içerik adeta veba gibi kaçınılması gereken bir şey haline gelir. Avangard, mutlak olanın arayışında iken "soyut’ yada "nesnel olmayan" sanata -aynı zamanda şiire de- ulaştı. Avangard tanrıyı değil, sanatın öğretilerini ve işlemlerini taklit ettiği -“taklit etmeyi" Aristotelesçi anlamda ortaya çıkarır. "Soyut"un yaratılışı böyledir. Picasso, Miro, Kandinsky, Brancusi,Klee, Matisse ve Cézanne  ilhamlarını çalıştıkları ortamdan alırlar. Mekân, yüzey, şekil, renk vs buluşları ve düzenlemesi ıle uğraşırlar ve bu etmenler haricindekileri dışarıda bırakırlar.      Avangardın olduğu yerde arkagard vardır. Sanayileşmiş Batı'da ikinci bir yeni kültürel olgu olarak kitsch ortaya çıkmıştır.Renkli baskılar,dergi kapakları,illüstrasyonlar, reklamlar, çizgi romanlar,Tin Pan Alley müziği,step dansı, Hollywood filmleri, ticari sanat ve edebiyat. Kitsch, Batı Avrupa ve Amerika’da şehirleşmeyi sağlayan ve okur yazarlığı yaygınlaştıran sanayi devriminin bir ürünüdür. Kitsch ile halk boş vakitlerini ve konforlarını diledikleri gibi düzenleyebiliyordu.Şehirlere yerleşen köylüler okuma yazma öğrendiler ama şehrin geleneksel kültüründen tat almalarını sağlayacak boş vakit ve konforu elde edemediler.Taşra olan halk kültürlerini yitirdiler ve şehirli yeni kitleler kendi tüketim alışkanlıklarına uyacak bir çeşit kültür sağlaması için toplum üzerinde baskı uygulamaya başladılar. Avangard’a  karşı bilgisiz, sadece bir kültürün sunabileceği eğlence için aç olan kimselere hitap eden taklit kültür, kitsch. Kitsch bilgisizliği körükler. Akademik olan herşey kitschtir. Sanayileşmenin ilerleyişi ile toplum yerel sanatların ürünlerindense dergi kapakları fotogravür gibi makine yapımı olan kitschi, el yapımı bir üründen daha düşük fiyata satınalınabilir olanı tercih etti. Kitsch, daha ucuza yeniden üretilebildiği için Rembrandt'tan çok daha kâr getiren birşey oldu. Dwight Macdonald," Cahil köylüler akademik kitchin önde gelen temsilcilerinden sosyal gerçekçi ressam İlya Repini, kendi ilkel halk sanatlarına yakın bulurlar. Bu resimler doğal bir gerçekçiliğe sahiptir ve dramatiktir. Bir hikaye anlatırlar. Resim hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan köylüler yada halk tarafından kolaylıkla anlaşılabilektedir. Pablo Picasso’nun resimlerinin soyut ve realist olmamasından dolayı köylüler için resimler zor anlaşılır bulunmaktadır. Bu resimleri anlayabilmek için sanat hakkında bilgi sahibi olmak gereklidir. Köylü bu nedenlerle Repin’in resimlerini istemektedir ve Repin’e kültürlü seyirciyi resimlere bakmaya yönelten içgüdülerin aynılarıyla bakar.Kitleler formalizm’den kaçmaya ve ‘sosyalist gereçekçiliğe’ karşı hayranlık duymaya şartlandıkları için Tretyakov’a (Moskova’nın çağdaş Rus Sanatı müzesi: Kitsch) giderler. Avangard sanat süreçlerini taklit ediyorsa kitsch, onun sonuçlarını taklit eder. Kitsch, totaliter devletlerin kendilerini halka sevdirmelerinin ucuz yollarından biridir. Kitsch ile toplumun kültür düzeyi yükselemez. Bu sebepten dolayı avangard yasak addedilir. Faşistlerin ve Stalin yanlılarına göre avangard sanatın temel sorunu aşırı eleştirel olmaları değil de aşırı ‘saf’ olmalarıdır, öyle ki avangard ile etkili propaganda yapmak çok zordur Kitsch, bir diktatörü insanların ‘ruh’uyla daha yakın bir ilişki içerisinde tutar. Resmi kültür, genel kitle seviyesinden üstün olursa, bir ayırım tehlikesinden bahsedilir.(1)
        Sanat tarihçisi Yve-Alain Bois ise kitsch teriminin ömrünü çoktan doldurduğunu savunur. Ona göre bu terimin yerini ‘gösteri’ (spectacle) almıştır.  Gösteri Toplumu kitabında Guy Debord, “tüm hayatın devasa bir gösteri birikimine”, “bir temsile” dönüştüğünü yazar.Ve “gösteri, imaja dönüşene kadar yoğunlaşmış sermayedir. Paranın öteki yüzüdür.(2) Spectacle’ı medyada, reklamlarda, show dünyasında, düğünlerde,gelinlerde (kollarını ve boyunlarını altınlarla  doldurmaları gibi..), politikacıların güç gösterileri yapması(Tayyip Erdoğanın parti propagandalarında gövde gösterisinde bulunması gibi),Parti afişlerinde, bayraklarında,faşizmde  ve toplum yaşantısında her yerde karşılaşabiliyoruz. Günümüz mimarisinde (Burj-Dubai..gibi) en yüksek binaların finans binaları (Otel,Rezidans,İş Merkezi vs.) olması da toplumda paranın çok önem kazandığına örnektir. Guy Debord’a göre ‘Artık gösteri bütün gerçekliğe işlemiştir. Beş temel özelliğe sahiptir: kesintisiz teknolojik yenileme; devlet ve ekonominin birleşmesi; gizlilik; yalan; şimdiki zamanın ebedileştirilmesi…Gösterinin egemenliğinin ilk önceliği tarihsel bilginin silinmesidir.(3) Greenberg’in bahsettiği Kitsch’i ve Guy Debord’un bahsettiği Spectacle’ı Türkiye'de çok sık görebiliyoruz. Kitsch’i üretebilen bir ülke olan Türkiye’de ‘Kitsch’in konumu, burada avangardın yeşermemiş oluşu gerçeğiyle birlikte düşünülünce daha da anlamlıdır. Avangard üretemeyen tüm toplumlarda, ‘Kitsch’ taklit kültür oldukça hızlı bir şekilde gelişiyor. Kitsch pahalı ve ulaşılamayanlara alternatif olarak vardır.Halkın büyük bir kesimi ulaşılabilir olanı istiyor. Türkiyede avangard sanatın görülmemesi ülke ekonomisinin gelişmemesi ile bağlantılı bir durumdur.Batı ülkelerinin sahip olduğu birçok şeyi  kopyalayarak, içinede kendi sahip olduğu  arabesk kültürü karıştırarak Kitsch kültürü pekiştirmektedir.Gecekondular arasında yapılan uzun göktelenler, İstanbulda Venedik mimarisinden kopya edilen Venedik Saraylarının yapılması, Mtv de yayınlanan video kliplerinin ve melodilerinin  Türk sanatçıları tarafından birebir kopya yapılması yada Kayışdağında Facebook logosunu kullanan bir Facefood adında bir yerin olması bir kitsch yaşantının olduğunu gösterir. Türkiye'nin divası olarak medyanın topluma gösterdiği Bülent Ersöy gerek giydiği abartılı kostümleri (tüllü şapkaları,maskeleri ve makyajları ..vs)  gerek abartılı tavırları ile Kitcsh bir sanatçı olduğu söylenilebilir.Sanat piyasasında satılan resmin para ettiğinden dolayı iyi olarak görülmeside bir gösteri (Spectacle)dir. (4)Ali  Artun ‘Çağdaş Görme Eğiliminde güzel’ isimli makalesinde zamanımızda neyin doğru, neyin iyi ve neyin güzel olduğuna ilişkin normları piyasa belirlemektedir demiştir.Yani değerinin kaydettiği ‘rekor’, rekoru yaratan sanat patronunun statüsü,ve bütün bu hadisenin meşrulaştırılmasına ilişkin safsata (sofistleştirme) nedenleriyle aynı zamanda ‘elitist’tir. Bir sanat eserinin duyularımız üzerindeki etkisi hayret,çarpılma, şaşkınlık, artık daha ziyade onun  fiyatıyla ilgilidir.(4) Türkiyedeki çoğu koleksiyoner de  resmin sanatsal değerinden çok para edip etmediğiyle ilgilenmekte yada popülar olup olmadığı ile ilgilenmekte, genellikle Greenberg’in de bahsettiği gibi kolay anlaşılabilen Kitsch sanatı istemektedir.
     Toplumda kitsch kuralcı ve akademik olan bakış açısıyla mantar gibi yayılabilmektedir.Ancak bu bakış açılarından kurtulabilindiğinde avangard çoğalmaya ve üremeye başlayacaktır.




________________________________________________________________________

 
(1)     Clement Greenberg ‘Avangard ve Kitsch ’,Partisan Review,New York,VI,sy.5(1939)
(2)     Gösteri Toplumu,Guy Debord,Ayrıntı Yayınları,sf: 14
(3)     ‘Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi-Estetik Modernizmin Tasfiyesi’ İletişim Yayınları, Ali Artun,sf:46
 (4)   http://www.aliartun.com/content/detail/54


KAYNAKLAR

  (1)  Clement Greenberg ‘Avangard ve Kitsch’, Partisan Review,New York,VI,sy.5(1939)
  (2)  Gösteri Toplumu Guy Debord Ayrıntı Yayınları (1996)
  (3)  ‘Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi-Estetik Modernizmin Tasfiyesi’ İletişim Yayınları, Ali Artun - 2010, SY: 577
  (4)   http://www.aliartun.com/content/detail/54


Thursday 24 April 2014

Rengin Altınalmaz, "SIGMUND FREUD, 'DÜŞLER ÜZERİNE' (1900)"

Sigmund Freud psikanalizin kurucusudur, öğretileri modern dünyada insan doğası ve insan dürtüleri kavramlarının biçimlenmesini sağladı. Rüyalar ve bilinçaltı üzerine yazdıkları, geleneksel görsel tasvir biçimini değiştirdi ve yorumlama şekline yeni bir boyut kazandırdı.

Freud rüyaları bilinçaltına giden bir kral yolu olarak tanımlar. Ona göre toplumsal baskıyla bilinçaltına ittiğimiz tüm duygu ve düşünceler uyku sırasında ortaya çıkar. (1) Rüyaların oluşumu ve işleyişi için üç önemli işlemden bahsetmektedir: yoğunlaştırma (condensation), üst-belirleme (over-determination) ve yer değiştirme (displacement)'dir.

Yoğunlaştırma: Oldukça az olan rüya malzemesinin aynı anda birçok düşünce ve duygunun ifadesi olmasına denir. Bu nedenle Freud "Yazıldığında rüya yarım sayfa dolduracaktır ama arkasında yatan analizi altı, sekiz, on iki kat daha çok sayfa isteyecektir" demiştir.
Bu yoğunlaştırmanın herhangi bir oranı ya da orantısı bulunmamaktadır, çünkü rüya gerçeğin bire bir sembolü değil, birçok işlemden geçmiş ifadesidir.

Üst-belirlenme: Yoğunlaştırmayla bağlantılı olarak rüyaların düşünsel ifadesinde bir "üst-belirlenme" oluşur. Yazar bunu şu şekilde açıklar: Çağrışımlar aracılığıyla rüya içeriğinin bir öğesi birçok düşünceye bağlanabilir, ya da bir düşünce birçok farklı rüya öğesinde temsil edilebilir. Bu şekilde rüyanın içeriği ve onu oluşturan düşünceler arasında birçok kesişme noktası olmasına Freud üst-belirlenme demektedir.

Yer Değiştirme: Psikanalize göre rüyalar "farklı" şekilde odaklanırlar. Rüyanın içeriğinde ön plana çıkan öğeler rüyaya neden olan düşünsel gerçek için aynı derecede önemli olmayabilir. Ya da rüyayı oluşturan düşünsel içeriğin en önemli detayları rüyada önemsiz bir yere sahip olabilir. Hatta rüyada hiç yer almayabilir ve sadece analiz ile kurulacak bağlantılarla ortaya çıkabilirler. Bu önem ve odak değişikliklerine Freud "yer değiştirme" demektedir. (2)

Sigmund Freud’un babası olduğu psikanalizin sanat ile birbirinden ayrılmaz bir ilişkisi olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü Freud hekim olmasına karşın psikanalizi yalnızca ruhsal hastalıklarda kullanılan bir tedavi tekniği olarak tanımlamak istememiş onu hem insan ruhsallığının bilimi yani psikolojinin parçası saymış, hem de sanatsal, felsefi ve dini sorulara yanıt sağlayacak bir bilim olarak görmüştür.
Freud öncelikle sanatçıların yaşamında ve sanat yapıtlarında varsayımlarını doğrulayacak öğeler aramıştır. Özellikle okuduğu yapıtlardan yola çıkarak kuramına dayanarak, kanıtlar bulma çabasında olmuştur. (3)

Sanat ile psikanalizin alışverişi Freudun sanatçılara karşı duyduğu ilgi ve merak ile başlar denilebilir. Bu alışverişi Freudun çevresinde sanata ve edebiyata düşkün birçok takipçinin olmasına borçlu olduğumuz gibi, Freudun edebiyat, resim ve heykel alanında ortaya çıkardığı eşsiz metinlerin yepyeni bir alanın temellerini attığını da ileri sürebiliriz.

Freud’a göre güzellik arayışı sevilen, yüceleştirilen cinsel nesneye karşı beslenen cinsel arzunun yüceltilmesi ve kültürel alana dâhil edilmesidir. Bu kültürel edim aynı zamanda cinsel arzunun temel nesnesinden de vazgeçmedir, onun yasını tutmadır. Her ne kadar Freud daha ileri yıllarda ölümü, narsisist tümgüçlülüğü ve saldırganlığı da sanat eserini tetikleyen unsurlar olarak belirtmişse de bunlar onun için ikincil düzeyde kalır ve temelde Freuda göre cinsel arzunun yüceltilmesi yani cinselliğin başlangıçtaki arzuyu gerçekleştirme hedefinden sapıp kültürel edimlere yönelmesi daha baskındır. (4)

Freudun teorilerinden yoğun bir şekilde etkilenen eski Dadaist, şair ve yazar Breton, Sürrealist resim ve yazıların, Freudun çalışmalarında olduğu gibi, en derinlerdeki düşüncelerimizi ifade etmesi gerektiğine inanıyordu. 1899da Freud, insan zihninde hatıraların, sezgilerin ve en temel güdülerimizin saklandığı bir kısım saptadığı Düşlerin Yorumu adlı kitabını yayımladı. Freud bu saptamasına bilinçaltı adını verdi. Zihnimizin bu saklı kalmış derinliklerini rüyaları analiz ederek anlayabileceğimize inanıyordu. Freud aynı zamanda belirli yöntemlerle bilinçaltına ulaşabileceğine ve bunun zihnimizin karmaşık iç işleyişini açıklamakta yardımcı olabileceğine inanıyordu. Bilinçaltının kilidini açmak için kullandığı yöntemlerden biri, kişinin rasyonel değil sezgisel olarak düşündüğüserbest çağrışım metoduydu. Kısa süre içinde, pek çok başka yazar ve sanatçı Sürrealistlere katıldı. Bunların çoğu Freudun serbest çağrışım teorisini uyguladı. Breton’un saf psişik otomatizm olarak adlandırdığı bu yöntem, yazar ve ressamların bilinçli düşünmeyi bırakarak kalemlerinin ve fırçalarının çizgileri, kelimeleri ve şekilleri oluşturmasına izin vermelerini içeriyordu. Bu şekilde bilinçaltını harekete geçirdiklerine ve sonuç olarak, en derinde yatan his ve duygularını ifade eden kelime, renk ve şekillere ulaştıklarına inanıyorlardı. Temel fikir, hayal gücünün kaynağının bilinçaltı olduğu ve yaratıcılığın en üst seviyelerine çıkmak için ona ulaşılması gerektiğiydi. Sürrealistler yarattıkları eserlerde bilinçle bilinçaltını birleştirerek hayal ve fantezi dünyasını akıl ve mantığın sıradan dünyasıyla ilişkilendirmeyi amaçlıyorlardı.  (5)
  
RÜYALAR VE YARATICILIK
Sanat tarihine göz attığımızda yaratıcılıklarını rüyalarıyla beslemiş pek çok sanatçıya rastlıyoruz. Örneğin, "Honesty" isimli pop parçasıyla dünyada pek çok dinleyiciye ulaşan Billy Joel bir röportajında yaptığı bestelerin melodisini rüyalarından yola çıkarak  oluşturduğundan bahsediyor. Hepimizin korku romanlarıyla yakından tanıdığı yazar Stephen King'inse "Korku Ağı" adlı romanını çocukluk kabuslarından birinden esinlenerek yazdığını biliyoruz. Salvador Dali'nin rüyaların yaratıcılık üzerindeki etkisine inancıysa şaşırtıcı düzeyde. Ressamın, uykuya dalmadan önce eline bir kaşık aldığı böylece uyuyakaldığında kaşığın yere düşerek çıkarttığı sesle uyanıp zihnindeki rüya imgeleri henüz canlıyken gerçek üstü öğelerle bezeli o muhteşem tablolarını ortaya koyduğu anlatıla geliyor. (6)
Gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden olan Rene Magritte’in düşürünü temaları işlediği resimleri, komedi, korku, tuhaflık ya da ilginçlik kavramlarının bir karışımıdır.
Giorgio de Chirico, bilinçaltının düşsel oluşumlarına dayanan fizikötesi resimlerini gerçeküstü bir tutumla yansıtır.
Bir yirminci yüzyıl popüler kültür ikonu haline gelen Frida Kahlo’nun sanatı, sürrealist olarak tanınlanmışsa da kendisi bu tanımı reddetmiştir. Eserlerinde sıkça düşsel temalara yer vermiştir.
Çağdaş heykel sanatçılarından Xooang Choi, rüyalarının sonucunda ortaya çıkardığı sürrealist heykellerinde, abartı, modifikasyon ve deformasyon gibi teknikleri ve ifade biçimlerini kullanarak, ortaya gerçeküstü görüntüler çıkarıyor.

Türk Sanatında düşsel temalara yer veren sanatçılar arasında Komet’in, gerçek dışı ve düşsel bir mekanda yer alan figürleri, geçmiş bir dünyanın günümüze yansımış bireyleri ve insan olgusunun simgeleri izlenimini yansıtır. Fantezi ile gerçek, düş ile yaşanmışlık, onun resimlerinde birbiri içinde erir.
Resimlerinde açığa çıkmamışları, hayal ve güçleri yansıtan Burhan Uygur, simgeci ve fantastik bir sanatçı olarak yorumlanmaktadır.
Mehmet Güleryüz resimlerinde zaman zaman fantastik ve mecazi bir içerikle, simgelere ağırlık vermiş, düşsel portreler ve figürler kullanmıştır.
Figür, nesne ve mekan bağıntılarından yola çıkan Utku Varlık, fantastik-gerçekçi bir üslupla kurgulanmış resimlerinde düşsel, romantik, simgesel bir dünya yaratır.

RÜYALAR VE SİNEMA
Deneysel sinemanın ilk örneği olarak kabul edilen Endülüs Köpeği (Kısa Film):
Ünlü İspanyol ressam Salvador Dali ve İspanyol yazar ve film yönetmeni Luis Buñuel'in gördükleri bazı rüyaları birbirlerine anlatmaları bu filme esin kaynağı olmuştur. 1928 yılında Fransa'da Luis Buñuel ve Salvador Dali tarafından hazırlanmış ve 1929 yılında Paris'te çekilmiştir.
Belirli bir tema ve kronolojiyi takip etmeyen siyah beyaz film, Freudun serbest çağrışım teorilerinin izinden gitmekteydi. Film baştan sona rüyaların absürtlüğünü ve bilinçaltını irdelemektedir. (7)

Günümüzde bazı film yapımcıları insanların gördükleri rüyaları satın alarak bunları filme dönüştürmekteler.
İzlenme rekorları kıran Matrix filmi sık sık rüyalardan bahseder. Bu dünyanın hayal bir dünya olduğundan söz eder.  Benzer birçok film gibi ruhçuluk içeriklidir ve aynı konuyu işlemektedir.
Yayınlanmasından kısa bir süre sonra son 25 yılın en iyi filmleri arasında gösterilmeye başlanan Inception (Başlangıç) filminde kahraman çok yetenekli bir hırsızdır. Uzmanlık alanı, zihnin en savunmasız olduğu rüya görme anında, bilinçaltının derinliklerindeki değerli sırları çekip çıkarmak ve onları çalmaktır.
Vanilla Sky (Vanilya Gökyüzü): Vanilya Sky adlı filmde, insanın yaşadığı olaylardan neyin rüya neyin gerçek hayat olduğu konusunda yaşayabileceği ikileme dikkat çekilmektedir.

Yapılan son araştırmalar öyle gösteriyor ki gördüğümüz rüyalar bizlere Dali'nin tablolarını çizdiremese de günlük hayatta karşılaştığımız problemlere çözüm bulmakta yardımcı olabiliyor. Modern uyku kuramlarının uykunun günlük hayatımızın devamı olduğuna vurgu yapan varsayımlarıyla da uyumlu görünen bu durum özellikle de rüyalarımızdaki semboller doğru yorumlandığında belirgin hale geliyor. Uyanıkken zihnimizde tam olarak kuramadığımız bağlantıları rüyalar yardımıyla kurabileceğimize dikkat çeken bilim insanları hayatın içine sinen pek çok alandaki yaratıcılığımızın rüyalarımızla şekillenebileceğini düşünüyor. (6)



KAYNAKÇALAR:
(1) Sanat ve Kuram 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, s. 41.
(2) The Interpretation of Dreams, s. 216.
(3) Freud ve Çağdaş Sanat-Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
(4) Uluslararası Psikanaliz Yıllığı
Çağdaş Sanat Estetiğine Psikanalitik Bir Bakış
Bella Habip
(5) Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Sanat Fikri
Susie Hodge-Domingo Yayınları, s. 152.
(6) Tubitak Bilim ve Teknik Dergisi-Psikoloji Köşesi
(7) Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Sanat Fikri

Susie Hodge-Domingo Yayınları, s. 154.

Tuesday 22 April 2014

Haydar AKDAĞ, "Vladimir Ilyich Lenin, 'Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı' (1905)"

Haydar AKDAĞ
Vladimir Ilyich Lenin, 'Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı' (1905) 

Dün, edebi metinler üzerinden devrimin benimsenmesi için baskı kuran siyasi liderlerin, edebiyatı bir kontrol aracı olarak kullanmasından, bugün; siyasal argümanlardan para birimi ortaklığına giden anlayışa tanıklık ediyoruz. Uygarlığımızı bir kere daha sosyo-ekonomik politikalarını sürdürmek için tanımlar yaratmayı sürdüren mekanizmaya dönüştürdüğümüzü söylemek çokta iddialı olmayacaktır. Fransız devrimi ve modernleşme sürecinde ortaya çıkan ulus devlet kavramı sözde hümanizmi ile devrimlerin itiş gücü olacaktır. Dünyayı etkileyen uluslaşma çabası, birçok toplumda iki yüzyıl boyunca sürecek olan devrimleri getirecektir. Uluslaşma sürecinde Türkiye’yi de ele aldığımızda; Harf devriminden, Eğitim birliği kanunundan, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumuna kadar bu gerçeğin pratiğini görüyoruz.
Devrim Tarihimize neredeyse paralel zamanda , Kuzey komşumuz Rusya’da Lenin’in  “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” metninde ifade ettiği Edebiyatı kurumsallaştırmayı ve bir sanat olarak edebiyatın iktidara hizmetini aşağıdaki inceleme ile görmüş olacağız.

Edebiyattan bahsederken, sosyalizm fikrinin ve onun ideolojisinin yazındaki temsilcilerinden Gorki’ye bakmak gerekir. Gorki, yalnızca bir devrim koşullarında yaşamış yazar değildir. Bunun yanı sıra siyasetin tırmandığı bir dönemde aktif   rol alarak, sözlerini ve Lenin’in idealini ifade eder. Bunu en güzel ifade edebileceğimiz paragraflardan birine bakalım;
Gorki, Sovyet Yazarlar Birliği’nin Birinci Kongresi’nde konuşurken baş kahramanın ahlaksal inancını herkesin önünde tekrarladı; bu inancı, kendi inancı olarak benimsediğini belirti ve ekledi : <<Biz, yok olma yolundaki bir dünyanın  yargıçları olarak hareket ediyoruz; devrimci proletaryanın gerçek hümanizmini, tarihini, dünyanın her yanındaki emekçi halkı, kıskançlıktan, açgözlülükten, yüzyıllar boyunca emekçileri ezip durmuş belaların tümünden kurtarmakla görevlendirdiği gücün hümanizmini savunuyoruz>>    (SSCB Sanat Tarihi Enstitüsü, Sosyalizm ve Kültür 54.sayfa)

Lenin, Ekim devriminden sonraki süreci: “Sosyal-Demokrat çalışma koşullarında parti edebiyatı konusunu öne çıkmış, yasadışı ve yasal basın arasındaki ayrımı, gündemden bir feodal çağın mirası olarak kayboluyor.” (Sanat  ve Kuram 163.sayfa) şeklinde ifade etmiştir.  Ancak öte taraftan yasal basın olarak gördüğü yayınların siyasi partilerin yasak olduğu bir dönemde “Partisiz Basın” tanımını yaparken,  bir adım daha ileri giderek, destek eğilimlerinin doğal olmayan ittifaklara bağlayarak  “Yatak arkadaşlıkları” söylemi ile yasal basının samimiyetsizliğini kanıtlamaya çalışıyordu.
Aristotales’ten bir hikaye ile ifade edeceğimiz boğucu Ezop dili ve onun edebiyatının boyunduruğundan kurtulmak, Ekim devrimiyle birlikte proletaryanın ana hedefi olacaktır.
Aristotales, Ezop'un yolsuzluktan yargılanan bir siyasetçiyi tilki ile kirpinin öyküsünü anlatarak nasıl savunduğunu şöyle anlatmıştır: Ezop mahkemede "bir tilkinin, başı pirelerle derde girmiş, bir kirpi de onu pirelerden kurtarsın mı diye sormuş, tilki, 'hayır, bu pireler doydu, artık fazla kan emmiyorlar. Onları kovalarsan, yerlerine yeni, aç pireler gelir' demiş", dedikten sonra, jüriye dönerek, sözlerini şöyle bitirmiş: "Dolayısıyla saygıdeğer jüri üyeleri, müvekkilimi cezalandırırsanız onun yerine onun kadar zengin olmayan birileri gelir ve sizi daha da beter soyar." (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ezop 14 Nisan 2014 erişim)

Lenin, toplumda yukarıda ifade edilen direnişten uzak ve kanıksamayı öneren dile karşı edebiyatı önemli bir araç olarak düşünmektedir. Yasal olmayan basın, tamamen parti basını iken, yayım ve dağıtımı proleter örgüt tarafından gerçekleşiyorken, öte yandan  Lenin’in ifade ettiği gibi <<Burjuva geleneklerine, kar yapmaya, ticari burjuva basınına, burjuva edebi kariyerciliğine ve bireyciliğe, ”aristokratik anarşizme” ve kar dürtüsüne karşı, toplumcu proletarya parti edebiyatı ilkesini öne sürmeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve onu olabildiğince tam ve bütün olarak uygulamaya sokmalı>>  sözlerindeki hedefi de iyi okumalıyız. Burada, Lenin’in tamda ifade ettiği şey açıkça <<Politik Bilinç kazanmış işçi sınıfı edebiyatıdır>>
Kolektif denetimin egemenliğinde partiye bağlı okuma alanlarının olduğu bir sisteme tepkilerinde geleceğini bilen Lenin yüksek sesle yazdığı metinde düşünerek şöyle diyor: <<Bu tür feryatlar, aslında, burjuva-entelektüel bireyciliğinin bir ifadesinden başka bir şey olmayacak. Mekanik düzenleme yada yönlendirmeye, azınlık üzerinde çoğunluğun yönetimine en az edebiyatın tabi olacağına tartışmaya gerek yok>>  (Sanat ve Kuram sayfa 164 ).  Sanatın kendi özerk alanını, düşünce yapısındaki özgünlüğünün farkında ancak ısrarla parti denetiminde  edebiyat önermesi tartışılması gereken bir gerçektir.

Devrimlerin incelenmesinde iki başlıkla bakmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, mevcut sistemden kurtulma yolu olan “Kurtuluş”. İkinci önemli konu ise kurtuluş sonrasında sosyo-kültürel düzenin planlanmasındaki  “Kuruluş” ilkesi.  Yazımızın başında Gorki’den bir alıntı yapmıştık. Gorki, devrim inancını ve çabasını ifade ederken neredeyse görevi tanrıdan almış niteliğinde bir dille önce <<yargıç>> olduğunu söylemiş ve arkasından  <<..belaların tümünden kurtarmakla görevlendirdiği gücün hümanizmini savunuyoruz..>> diyerek kurtuluşa ve kuruluşa ait fikirlerini söylemiştir. Bu kısa paragrafa baktığımızda ve Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” incelediğimizde de görüyoruz ki, Kuruluş üzerine yöntemlerde kolektif denetim ve baskı rejimi ilkeleri sürmektedir.
Sanat, özerk alanını nasıl koruyacaktır(!/?) Sanatın, iktisadi ve fikri olarak bağımsızlık ihtiyacını karşılamak için sürekli siyasal erkle çarpışmak zorunda mıdır(!/?) Bir tür bacasız sanayi olan kültürün, siyasi erkler tarafından tasarlanması ihtiyacının arkasındaki güç, birleşmeyi yada ayrışmayı getirecek temel gizemi nedir(!/?) Kültürün, sanatın siyasal erkler tarafından tasarlanması ,sanatın özerkliğini sürdürmesi midir yoksa oportünist süreç olarak bir son mu hazırlamaktadır(!/?) Ütopyası olan sınıf üstü bir toplumu inşa ederken, kuruluş sürecindeki tekleştirme çabası bir faşizm değil midir(!/?)

SSCB XX. Yüzyılın  başında dünya proletaryası için önemli bir güç ve örnek olmuştur. Bunu Max BEER’in  ifadesiyle:  << Rusya’nın 1918 başında gözler önüne serdiği korkunç kargaşadan, Lenin, Trotsky ve arkadaşları, Kuhlman’ların, Hoffmann’ların ve Czernin’lerin, cehennemin dibine batmak üzere nerdeyse yok olduğunu sandıkları Sovyetler Cumhuriyetini yarattılar. Bu  Cumhuriyeti , İtilaf Devletleri tarafından hazırlanan ve teşvik edilen bütün ayaklanmaları; Çekoslovaklarınkini, Kornilov, Youdenitch, Koltschak, Denikine, Polonya, Wrangel v.b. ayaklanma ve silahlı müdahaleleri birbiri ardından ezdi. Sovyetler Rusya’sı proletarya için sağlam bir kale ve bir kızıl ordu yarattı, öncü olarak, Orta ve Batı Avrupa’da ihtilalci hareketin hizmetinde yer aldı. Avrupa’da ve Asya’da, bütün politik ve ekonomik gücü proletaryaya veren bir Anayasa hazırladı. Toprağı köylüler arasında pay etti  ve büyük endüstrinin  kamulaştırılmasına girişti. Kısaca sosyalizmi gerçekleştirmek yoluna koyuldu. Ne yazık ki uluslararası proletaryanın pasif durumu karşısında, devlet sosyalizmi metodlarına ve yabancı sermayenin yardımına baş vurmak zorunda kaldı.>>             ( Max BEER Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi 567.-568. Sayfa)

Yukarıda Max BEER’den alıntıda bütün kuruluş mücadelesin arkasında ki kurtuluş sürecini özetlemek isterken, hemen arkasında sermayenin eksikliğinin ve küresel makro ekonimi düzeninde, mikro değerde ekonomik eşitlik yaratma fikrinde istenilene ulaşılamamıştır.
Elbette incelememizi yaparken 2014 için bir şey söylemek gerekiyor. Parti edebiyatını red ettiğim açıkça ortadır. Fakat bunu belirginleştirmek için Troçki’nin 1938’de Partisan Review’da yayınlanan, “Bağımsız ve Devrimci Bir Sanat için” menifestosundan birkaç satıra yer vermek istiyorum.
Gerçek sanat, daha önce yaratılmış hazır modeller üzerine yeni çeşitlemeler üretmez; aksine, günümüz insan ve insanlığının içsel ihtiyaçlarının dışa vurulması yönünde çaba harcar. Bunu, devrimci bir yaklaşıma sahip olmaksızın gerçekleştirmek mümkün değildir…. Toplumu, entelektüel yaratımı engelleyen zincirlerden kurtarmak; bütün insanlığın daha  ileri bir aşamaya ulaşmasını sağlamak sanatın görevidir….sadece toplumsal bir devrim yeni bir kültürün yolunu açabilir. Bu arada, evet, Sovyetler Birliği’ndeki yönetici sınıfla da bütün dayanışma bağlarımızı kesmiş bulunuyoruz. Bu konuda hiçbir şüphe duyulmasın, zira o bizim gözümüzde komünizmi değil, onun en tehlikeli ve en kalleş düşmanını temsil ediyor. ( Sanat Manifestoları, Avangard Sanat ve Direniş İletişim Yayınları Ali Artun 233.sayfa)

Belki zaman açısından Stalin Moskova’sına  yazılmış diyebiliriz. Parti edebiyatından, siyasal erk denetimindeki sanata, bireyden oluşan bir ulusa, vs.vs nereden bakarsak bakalım, tekleştirmeye paralel önermelerin yasal zeminde baskı aracı olarak kullanılması, ekonomik çıkarları neticesinde bireyin irade inisiyatifini siyasal erke teslim ettiği yerde özgürlük sloganı atılamayacağı gibi,  özerkliğinin ortadan kalmasını sağlarken ortaya büyük bir yabancılaşma sorunu çıkartıyor. Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” metnini inceleyerek günümüz için bir fotoğraf yaratmak zorundayız.

Sanatı tanımlamak için kendi zaman dilimine, ekonomik ve sosyal düzenine bakmak gerekmektedir. Bu nedenle sanatın zamanın ruhuna göre yeniden tanımlandığını düşünmekteyim. Sanat, bugün siyasal iktidarlara muhalif bir zekayı mevcut imkanlarda göstermektedir. Bunu kendi siyasal güncemizde  Gezi ile başlayan eleştiri zekasında görmemiz mümkündür. Belki bugün mizah, sanat için yeni olmasa da daha güçlü bir medyadır. Daha bilinen örneklerden Banksy’nin  işlerinde, dünyanın bir çok konusuna sokakta seçmiş olduğu bir duvara güçlü cevap verirken, popüler bir imgeye dönüşerek adeta  fikir ve tepkileri meşruluğunu kanıtladığını söylemek mümkün.

Bugün parti edebiyatının geldiği nokta, bir kısım köşe yazarları nezdinde yada görsel basında siyasal erki iltifatlara boğar hale gelmiştir. İktidarlar kendini güçlü hissettikçe, söz tıpkı ferman gibi emir sayılmıştır. Gezi olaylarında şiddetin artmasını tetikleyen ötekileştirme söylemi ile  Lenin’in parti içi örgüt yapısında “farklı düşünen olabilir ama partiden ihraç etme yetkisini partilidedir” demesi arasında bir fark görmüyorum. Toplum başlı başına bir kurumdur artık. Ortak paydaşların bu kadar yüksek olduğu XXl.y.y döneminde tüm söylemlerinde sözde siyasal iradenin güçlü duruşu adına verilen her ifade, düşünce  biçimi olarak sözden metine dönüştüğünde kendi şiddetini kayıt altına alıyor.
Bu şiddetin, iktidarın söylemlerinin yazılı emir algısına dönüştüğü, yerel idareciler için bu tür söylemlerin otokontrole dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da “Milli İradeye Saygı” mitingini tertip eden partililerine hitap ederken şöyle demişti. “"İstanbul mitingimiz var. Bakın çok açık net söylüyorum Taksim Meydanı boşaldı boşaldı, boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir.” (Gezi Parkını Terk Edin Çağrısı http://www.aa.com.tr/tr/rss/193490--bu-manzarada-yakip-yikmak-yok 14 Nisan 2014 Erişim) 
Haberi yapan Anadolu Ajansı, yukarıdaki  Erdoğan’ın sözlerini “Gezi Parkını Terk Edin Çağrısı” olarak ifade ederken, haberi yazarken iktidar medyası olduğunu şu girişle anlıyoruz “Başbakan Erdoğan, iyi niyetle Gezi Parkı'nda olanlara burayı terk etme çağrısında bulunarak”diyor… Burada “iyi niyetle” söylemi, istediği kadar şirin olsun, sonrasında “..boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir” sözleri unutulmayacak sözler arasındadır. Üstelik Gezi parkına polisten sert müdahalesinin  “Milli İradeye Saygı” mitinginden hemen sonra aynı akşam gelmesi bir tesadüf müdür?
Ankara’da toplanan yurttaşlar fikrini Anayasal bir hak olarak nasıl gerçekleştiriyorsa, Türkiye’nin diğer meydanlarında iktidar ve yanlıları gibi düşünmeyen yurttaşlarında aynı haklara sahip olduğu evrensel bir gerçektir.

Çağımızda İnternet ve onun sosyal medyası, sağlamış olduğu özgürlük alanı ile yine iktidarın hedefidir. Burada birey kendi gücünü sözle, görselle ifade etme imkanı yakalamıştır. İktidar ile simetrik mücadele yolları her seferinde tıkanmıştır. Birçok yayın kurumu Gezi Parkı’nda yurttaşlara yapılan polis müdahalesini canlı yayınladığı için ceza almıştır. Parti edebiyatını yerini parti medyasının doldurduğu günümüzde sosyal medya bağımsız bir güç olarak vardı ve bu varlığı iktidar için tehditti. İktidar bu gücü bastırmak, kendisi gibi düşünmeyen insanların fikirlerinin kitlelere hızla yayılmasını engellemek hedefleri arasındaydı. Bu yasakları getirdi, Twitter ve Youtube gibi sosyal medyada etkili sitelere erişim engellenmeye çalışıldı. Erdoğan’ın şu sözleri de yine bu yasakların habercileri arasındaydı “Twitter denilen bir bela var, yalanın, abartının daniskası burada. Sosyal medya denilen şey, bana göre toplumlun baş belası.”

Sonuç olarak bir toplum mühendisliği erki olan siyasal irade, tüm imkanları kullanarak kendi anlayışını temel değer haline getirmek için başvurduğu politikalar toplamı, uygulama biçimlerine göre faşizme kayabilir. Faşizm, toplumu tek tipleştirme (ırk-din-dil vs.) çabasının kurumsallaşma, yasal zeminde yasakları getirme, sosyo-ekonomik modelle toplumu biçimlendirme çabasıdır bana göre. Parti edebiyatından parti medyasına geldiğimiz günümüzde, kendi coğrafyamızda geleceğe giderken sessiz kalamayız. Evrensel değerler insana, doğaya, hayvanlara ve yaşama duyulan saygıyı her geçen gün zenginleştirirken; üzerimizdeki siyasal iradenin sancılı toplum projesi hayal ettiği gibi olmayacaktır. Tarih göstermiştir ki herkes gitmiş, kalan yeni çağın gerçeği olmuştur. Zaman kendi ruhunu her geçen gün iyileştiriyor, bilim ve sanatla zenginleştiriyor. Bugün dünyada savaşlar olmaya devam ediyor ne yazık ki, ancak kalemlerimiz sadece bu ağır kan kokusunu yazmıyor, ona karışan petrol ve enerji kokusunu da alıyor. Bugün herkes öyle yada böyle yazılı veya görsel uyaranlarla fark etme imkanına sahiptir. İktidar manipülasyonlarına maruz kalan tüm toplumlar özelinde dogmatik kamplaşmaları din-dil-ırk ekseninde yaşayan fakat en önemlisi olan insan olduğunu unutan coğrafyalarda gözlenebilir.  Din-dil-ırk ekseninde kutuplaşma ideolojileri dışında, emek ekseninde bir araya gelmekte mümkün. Bunun dışında pozitif bilimlerin bilgi üretimi imkanların da, yeni dünya düzeninde bireyi teknolojinin, sanatın ve adaletin imkanlarında özgür bırakabileceğimiz yapılarda mümkün. Gelecek yüzyılların en büyük sloganı olacağına inandığım “Salt insan, insanca bir düzen” ve bunun doğaya-yaşama duyduğu saygıyla mümkün olduğunu öneren ve kanıtlayan Gezi Ruhu tarih için önemli kıvılcımdır.  


Sunday 13 April 2014

MELİKE UÇKU, "GEORG SIMMEL, 'METROPOL VE ZİHİNSEL YAŞAM’ (1902)"

Melike Uçku
Georg Simmel ''Metropol ve Zihinsel Yaşam''

Georg Simmel, büyük şehirde yaşamanın bireyselleşmekle bağımlılaşmak arasında sürekli bir zihinsel gerilim yarattığına işaret eder. Birey tekilliğini korumak ister, ama metropolün vaad ettiği özgürlüklerden yararlanabilmek için görünmezleşmek ve normalleşmek zorundadır. Dahası herkesin birbirini yakından tanıdığı, dolayısıyla duygusal uyarıcıların daha doğrudan olduğu kırsal yaşamı, toplumsal baskının daha da  ağır ve derin formlarına rağmen özler. Bununla birlikte kırsal yaşama uzun süre dayanamaz. Çünkü metropolde kendisini ''öteki''nin hikayesinden tevarüs edebilecek duygusal uyarıcılara karşı kapatmayı, en azından seçici olmayı öğrenmiştir. Fakat metropol yaşamıda yalnızlığın ve görünmezleşmenin getirdiği zihinsel handikaplarla doludur. Simmel, modern zamanlardaki şehir yaşamını ve şehrin toplumsala olan etkisini ele almıştır. Özellikle metropole özgü bir birey tipinin baskın çıktığına ve bu birey tipinin özelliklerine yer vermiştir. ''Bu insan kalbinden ziyade zihniyle reaksiyon gösterir.'' Metropolde birçok ilişkinin temelinde ekonomik öğeler vardır ve para, metropol yaşamına yön verir. 'Para sadece herkese müşterek olanla ilgilenir: mübadele değerini talep eder ve bütün nitelik ve bireyselliği ''Kaça!'' sorusuna indirger. Bütün ilişkiler ticaret mantığına döner. Simmel, metropol insanının ilişkileri oldukça karmaşık ve değişkendir der. İnsan ilişkileri hep bir hesaplanabilirlik ve dakikliğe dayalıdır. Mesafe olarak bir yalnızlık söz konusu olsa da zihinsel olarak kişiler birbirinden hayli uzaktır. Simmel, kentleşme sorunsalı üzerinde durarak, bir şekilde ortaya çıkan toplumsal örgütlenmelerdeki ''yabancılık'' kavramına dikkat çekmektedir. ''Yabancının'', kent toplumunun kısa süreli bir üyesi olarak hayat bulduğunu iddia etmektedir. Yani yabancı, bugün kendisi gibi olanlarla aynı kentte olan ama yarın başka bir kente gidendir. Örneğin bir tüccar. Simmel, uygarlığın gelişiminde yabancının oynadığı rolün önemini ısrarla vurgulamaktadır. Kent insanı; etrafındaki herkesi satıcı ya da müşteri, hizmetçi, hatta çoğu kez ilişki kurmak zorunda olduğu kişi olarak görmektedir; çünkü kent ortamında üretimin tamamı piyasa için yapılmaktadır. Kentlerde farklı çıkarlara sahip pek çok insan ise, bir araya gelerek ilişki ve işlerini son derece karmaşık bir şekilde bütünleştirmektedir. İnsanların kentlerde, kendi kişiliklerini ortaya koymak gibi güç bir işle karşı karşıya olmaları belki de bunu onlara kanıksatmaktadır. Simmel bütün bunları özellikle Amerikalı sosyologlardan Avrupa ve Amerika'daki metropollerden edindiği izlenimlerle yazmıştır.  [1]
19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk yarısında metropol, oldukça yeni bir kültürel boyuta yöneldi. Artık çok büyük bir kent ya da önemli bir ülkenin büyük başkentinden da fazla bir şeydi. Eski anlamıyla hem kentin hem de ulusun ötesinde, yeni ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin oluşmaya başladığı yerdi; ve 20. yüzyılın ikinci yarısında, hiç değilse potansiyel olarak, bütün bir dünyaya yayılıp uzanacak olan ayrı bir tarihsel evreydi. Bu evre modernizmin vaat ettiklerinin bir bedeli olarak gelenekten kopmak, tarihi yıkmak demekti. Geleceği kurmak için eskiyi yıkmaktan yanaydı.2 Bu yıkım moderniteyi beraberinde getiriyordu. Modernite, geleneğin normalleştirici işlevlerine başkaldırır ve normatif olan her şeyi reddeder ve direnir. Bu yönüyle modernizm kendinden önceki kültürlerden farklı olarak geçmişte yaşamaktan çok, gelecekte yaşayan bir toplum daha teknik bir deyimle bir kurumlar bütünüdür. Modernitenin ve kapitalizmin insan yaşamında yarattığı temel dönüşümler; kırsal ilişkilere ve toprağa bağlı bir yaşam tarzına son vermesi, yaşamın kentlerde yoğunlaşması, kent ile arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi ve kentin toplumsal yaşamda merkez konuma gelmesi şeklindedir. Kapitalizm, üretimin kırsal bölgelerden koparak kentlerde yoğunlaşmasını kolaylaştıran bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Böylece kent, daha önceki yüzyıllardan farklı bir yapılanma içinde öne çıkmış ve insan yaşamlarının mekansal olarak ana eksenini oluşturmaya başlamıştır.3 Kırdan kente göç günümüzde de gözle görülür ve hissedilir şekilde hala devam etmektedir. İç kent ile genişleyen banliyöler ve gecekondu alanları arasındaki bölünme ya da ayrım da çarpıcıdır. Sermaye akışkanlığını kolaylaştırmak ve birikimini arttırmak yönündeki eğilim beraberinde yeni mekansal düzenlemeler getirmekte, eski çevreler sürekli olarak bir değişim döngüsü içine girmektedir.[2] Bunun en iyi örneği olarak günümüzdeki siteleşmeyi gösterebiliriz. Eski mahalle kültürümüzün son bulması, eski komşulukların, insanların birbirlerini tanıdığı, dertlerine ve sevinçlerine ortak oldukları mahalle kültürünün son bulması ve yerine soğuk yapılaşmaların, kalabalık insan gruplarının yer almasını ve paylaşımın son bulmasını örnek olarak verebiliriz. Modern kent, bir yabancılar kalabalığına dönüşmüştür. Kalabalığın içinde bireyin yalnızlığı söz konusu olmuştur. Milyonlarca insan doğduğu yerde büyümek, iş kurmak, evlenmek, ihtiyarlamak ve ölmek gibi aynı mekanda yaşam sürmek yerine okumak, işe girmek, terfi etmek için durmadan mekan değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu durum da sürekli ve köklü beşeri ilişkileri zorlaştırmak, anlık, kısa süreli, araçsallaştırılmış, yüzeysel/biçimsel ilişkileri arttırmış; insanların yalnızlık içinde yaşamasına neden oluşturmuştur. Bununla bağlantılı olarak da kent mekanının kalabalıkları içindeki yalnızlık insanları kentten ve başka insanlardan korkar hale getirmiştir. Kentler akrabalık ve arkadaşlığın sınırlandığı, hayatın fragmanlaşmasıyla insanların ne birbirlerini ne de çevrelerini gerçekten görebildikleri, bakmadan yaşanan bir mekana dönüşmüştür.[3] Bu durum metropolde insanlar arası ilişkilerin, kırsal kesimlere nazaran daha seyrek olduğu gerçeğini göstermektedir. Kırsal kesimde insan ilişkileri daha güçlüdür. Depresyon riski çok azdır. Yardımlaşma fazladır. Metropolde insan ilişkileri mesafeli, soğuk. Depresyon riski fazla ve yardımlaşma çok azdır.  Zorlu iş koşulları, trafik, insanların kendilerine ve sevdiklerine vakit ayıramaması derken insanlar şehrin güzelliklerinden çok sıkıntılarını hatırlamaya başlarlar.[4] Ev ve iş arasında gidip gelen insan yığınları. İş yerleri ve ev arasında gidip gelen insanların, kendilerine ayıracak çok az bir vakitlerinin kalması ve hayattan haz alamamak insanları depresyona götürmektedir. Bu durum bireyin iş hayatını ve sosyal hayatını olumsuz yönde etkilemektedir. Metropolün insanları Marx ve Weber'in deyimiyle aynı bir ''kuş kafesine'' hapsettiğini ortaya koyabilmektedir.[5] Metropol hayatının da şehir hayatının da hem olumlu hem olumsuz yönleri vardır. Örneğin köyde hava tertemiz, doğaya yakın olabiliriz. İnsan ilişkileri daha yakındır. Hayattaki iyi ve kötü olaylarda birlikte olurlar. Köy hayatının olumsuz tarafları da vardır. Mesela kırsalda yüksek eğitim alamayız. Hastaneler de azdır. Ayrıca köyde iş zordur. Şehir hayatının da kalabalık, havasının kirliliği olumsuz taraflarından birkaçıdır. Şehirde insan ilişkileri zayıftır. Apartamlarda yaşayan insanlar birbirlerini tanımazlar. Şehir hayatı streslidir. Bütün bu olumsuz yönlerine rağmen olumlu yönleri de vardır. Yüksek öğretim görme imkanı, fazla sayıda hastaneler vardır. Şehirler istediğimiz şeyleri tüketebilmemiz için de bize muazzam imkanlar sağlar. Daha küçük yerlerde yaşamak demek yapılması gereken şeyleri yapmak demektir. Oysa şehirlerde ne yapmak istiyorsanız onu yapabilirsiniz. Örneğin: köyde yaşıyorsanız yemek yemek demek karnınızı doyurmak demektir. Oysa şehirdeyseniz size sunulan düzinelerce restauranttan birine gidip bir yemek ziyafeti çekebilirsiniz. Bu diğer şeyler içinde geçerlidir. Mesela giyinmek, boş zamanları değerlendirmek, çalışmak vb. Kısaca şehirler aslında insanlara hobilerini geliştirmek için de çeşitli imkanlar sunar. Modern kent hayatı insana belki rahatlık, konfor alanında çok şeyler sunmuş ama bunun karşılığı olarak da insanlardan insan olmaya dair birçok duygularını almıştır. Modern kentlerde çıkarları ve hırsları uğruna kendilerini diğer insanlardan duygusuzca yalıtmaktadırlar[6].
Metropoliten gelişmenin gücü yadsınamaz. Onun incelikle örülmüş özgürleştirici ve yabancılaştırıcı, temas sağlayıcı ve uzaklaştırıcı, uyarıcı ve standartlaştırıcı süreçleri hala güçlü bir biçimde ortadadır. Şehrin bizlere sunduğu yaşam tarzı ile kavgayı bırakmak ve buna uygun bir tutum takınarak barışı sağlamak kendi iç huzurumuzu da geri getirmektedir.[7]
 


[1] Bozan, İrfan, Yeni Aktüel Dergisi, sayı:15;
Aydoğan, Filiz, Tüketim Toplumu, Marmara Üniversitesi Dergisi, 2009, ss 203-215
[2] Williams, Raymond, age.
[3] Aydoğan, Filiz, age.
[4] Williams, Raymond, age.
[5] Aydoğan, Ahmet Weber-Tönnies-Simmel, Şehir ve Cemiyet, ss 222
[6] Gürkan, Hasan, age.
[7] Williams, Raymond, age.



KAYNAKÇALAR

AYDOĞAN, Filiz ‘’Tüketim Toplumu’’, Marmara Üniversitesi Dergisi, 2009, ss 203-215

AYDOĞAN, Ahmet  ‘’Şehir ve Cemiyet’’, Weber-Tönnies-Simmel, İz Yayıncılık, ss 222

GÜRKAN, Hasan ‘’Metropol Yaşam İçerisinde Yaşam Manipülasyonları ve Bireylerin ‘Özgür’lükleri’’, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Ağustos 2009, S.29 ss 219-234

WILLIAM, Roymand, ‘’Metropol Algıları ve Modernizmin Doğuşu, Birikim Dergisi, sayı: 35